Popüler Yayınlar

6 Şubat 2011 Pazar

CİNS

          Hayatımda sevmediğim birkaç tip insan var. Onları 'Cins' olarak nitelendiriyorum. Nefret etmiyorum, hiç kimseden nefret edememe gibi bir cinsliğim var. Sadece sevemiyorum.

        *Dedikoducu insan tipleri. Arkanızı döndüğünüz anda fısır fısır konuşmaya başlarlar. Başka işleri güçleri yokmuş gibi, sizin yaptığınız her hareketten bir mana çıkarır, konuşur da konuşurlar. "Kardeşim, kendi işine baksana! İşin yok mu senin?" dememek için zor tutuyorum kendimi.

        * Yalancı insanları da sevmem. Aslında kimse sevmez, bir kere birinin bana yalan söylediğini hissettiğimde midem kaldırmıyor sonraki yalanlarını, güvenemiyorum. Benim için güven fazlasıyla önemlidir. Çevremde güvenebileceğim, sadık insanlar olmalıdır. Çünkü sadakat benim için çok önemlidir. Yanımda her daim benimle olabilecek insanlar olmalı.

       *En gıcık olduğum insan tiplerinden biri de, Ukala tipler. Sanki dünyanın merkezi onlar, her şeyi onlar biliyorlar. Beş dakika konuşturmazlar bile, çünkü onlara göre onların söyledikleri doğrudur. "Bu, şu demek yaaaaa......." Bir de ağızlarını burunlarını gere gere, ben biliyorum edasıyla konuşmazlar mı öldüresim gelir! Sırf gıcıklık olsun diye, "Haydi canım öyle mi?" derim bazen. :D

      *İkiyüzlü insanları da sevmem. Arkandan nanik yapar, yüzüne "Cınıııım beniiiim!" der, salya sümüklerini bulaştırırlar. Ne fenadır onlar ah ah. Bir şey varsa vardır, yoksa yoktur. Ya seversin, ya da sevmezsin. Ama kendini zorlamak zorunda değilsin. Sırf cici kız modelinde görüneceksin diye sevmediğin insanlarla yapış yapış olmak zorunda da değilsin. Eskiden ikiyüzlü insanlara karşı içimdeki her şeyi paldır küldür söylerdim tutamazdım içimde. Onlardan sıyrılmak amacıyla. Şimdilerde uğraşmıyorum, onlarla muhatap bile olmuyorum. Sessizlik her şeyden mühim, o da bir cevap sonuçta.

     *Haksızlığa da tahammülüm yoktur. Nankör insanlara da gelemem. Yaptıklarınızı unutur, "Kim yapmış canım?" bile diyebilirler. Sırf bu yüzden bana yapılan iyi ve de kötü hiçbir şeyi unutmam. İntikam almak amacıyla değil aslında, nankör olmamak için. İyiyi de kötüyü de unutmam hatırımda kalır. Eskiden fazlasıyla gürültü patırtı çıkarttığım olurdu. Şimdilerde gürültüye bile tahammülüm yok. Hemen başım ağrıyor, tartışma ortamlarından uzaklaşırım hemen. Ya da iki kişi tartışıyorsa ben sesimi hiç çıkarmam bana sorduklarında "Bana bir şey sormayın" derim. Kavga etmek, tartışmak bana göre değil. Ben hep huzurlu ortamları tercih etmişimdir. Evde ailem arada bir atışır mesela ben hiç konuşmam o sırada, dinlerim ya da başka işlerle uğraşır diğer odalara giderim. Ama tartışmanın içine asla girmem. Bir üçüncü kişi olmam. En sevdiğim şey, sağlıktan bile önemlidir benim için esasında ama sağlığın olduğu yerde huzur vardır. Huzur benim için aşırı önemli. Huzursuzluğun yaşandığı ortamlarda hiçbir şeyi çekemiyorum.

   *Küsmeyi de sevmiyorum. Eskiden birileriyle küsmek, benim için hobi gibiydi. Şimdi herkesle barış içinde, kardeş gibi yaşamak tek isteğim. Kimseye kinim, nefretim yok. Ama nötr olduğum insanlar var artık. Konuşmam, görüşmem, aramam, sormam. Bu küstüğüm anlamına gelmez. Sadece bunu hak ettiklerini düşünmekteyim. Ama onlar aradıklarında konuşurum ne kadar samimi olurum bilinmez ama soğuk davranacağım kesin. Bu huyumu sevmiyorum ama, birine kırıldığımda eskisi gibi olmam çok zor. Samimiyet bitiyor, çok soğuk davranıyorum elimde değil. Bilerek yaptığım bir şey de değil aslında içimden gelmiyor. O insana davranışım da işkence gibi geliyordur eminim, çünkü soğuk davrandığımda hiç çekilmediğimi biliyorum. Güvenim bittikten sonra eskisi gibi olamam ben. İnsanlarla ilişkim konusunda, sabırlı bir yapım vardır. Bazen yapılan birçok şeye sessiz, seyirci kalabilirim. Hatta en kötü lafları bile çekebilirim, sesim çıkmaz. O insanı sevdiğimdendir. Ama belli bir noktada patlak verince, artık ben de eskisi gibi olamam. Ki birçok örneği de var bunun. Geçmişte çektiğim, her türlü fedakarlığı yaptığım insanların hiçbiriyle şimdilerde görüşmüyorum. O iyi niyet bitti. Çok sevsem bile dönüp ardıma bakmam. Allah'ın hakkı üçtür durumuyla yaşıyorum sanırım. Birkaç kere feragat ediyor, şans veriyorum. Belli bir yerden sonra kaldıramıyor, vazgeçiyor, bırakıyorum. O zaman da dönüp ardıma bakmıyorum. İnatçılık da var. O zaman karşımdaki insanı hiç aramam sormam, daima ondan beklerim. Acayip bir gurur, kibir başlar.

      *Sevdiğim çocuk mesela, o kadar feragat ettim o ne söylerse söylesin, ne yaparsa yapsın "Bir şey olmaz" dedim, yazdım, görüştüm. Sonra baktım ki atı alan çoktan üsküdarı geçmiş, bitmiş, gitmiş. Uğraşarak sadece kendimi yıpratıyorum. Bıraktım artık. "Sen sağ ben selamet..."
Artık ona yazmıyorum, o da yazmıyor. Ama ondan, onunla ilgili hiçbir şey de beklemiyorum. Artık hislerimden de eminim. Onu hâlâ seviyorum ama yazmam, görüşmem. Bir şey de değişmez çünkü.
Zamanla unuturum elbet, ama unutmak için çaba harcamıyorum başkasını sevmeye de çalışmıyorum. Şu sıralar kendimi bulduğumu, acayip olgunlaştığımı hissediyorum. En azından artık neyi isteyip, istemediğimi biliyorum...

5 Şubat 2011 Cumartesi

ESKİDENDİ ÇOK ESKİDEN

        Eskiden, etrafa baktığımda mesela kapıyı kapı olarak görmez, duvarı duvar olarak anlamazdım. Onların derin anlamlarını keşfetmeyi severdim. Ama şimdilerde duvar, sadece bomboş bir duvar. Kapı boş bir kapı, girip çıkıyoruz o kadar.

      Her şey değişti, ben de değiştim. Eskiden kalabalığı severdim, şimdi 24 saat yalnız kalabilirim. Ki günümün çoğunu yalnız geçiriyorum. Annemle zıt kutup gibiyiz, o salonda ben oturma odasında tek bir kelime bile çıkmıyor ağzımızdan. Akşam saatine kadar bu böyle. Aile toplanınca ben de biraz olsun insan içine çıkmış oluyorum.


      Eskiden, her şeyin bir anlamı olur sanıyordum ve sürekli her şeyden de anlam çıkarırdım. Şimdilerde "Hiçbir şeyin anlamı yok, ona anlam yükleyen biziz" diyorum.

   Kapıyı, kapının dışında başka bir şekilde nitelendiren de, onun sadece kapı olduğunu bilen de benim, bizleriz. Kime, ne şekilde anlam yüklersek, onu o şekilde görürüz.

      Herkesten ilgi beklerdim, şimdi kendime bile özen göstermekten acizim. Hiç kimseden hiçbir şey beklemiyorum. Sadece, şimdi olduğu gibi yalnız kalmak istiyorum...

4 Şubat 2011 Cuma

İKİ ARADA BİR DEREDE

     Beyaz Showu izliyorum, Beyazıt, 'Aşk Tesadüfleri Sever' film oyuncularını programına konuk etmiş, filmi Ankara'da çekmişler. Konuklarına Ankara ile ilgili sorular sordu, sonra ben de düşündüm bundan 9 ay öncesine kadar Ankara'dan nefret eden bir insandım. Ankara benim için sıkıntının, kötü anıların olduğu bir şehirdi, sevmezdim. Ama 9 ay önce Ankara'ya gidince, orada, o iki günlük Ankara havasını solumak bile, fikrimi değiştirmeme neden oldu.

    O günden sonra, Ankara benim için, 'Huzur başkenti' oldu. Artık Ankara'dan nefret etmiyorum, hatta Ankara'yı çok seviyorum. Tekrar gitmem gerekirse, giderim. Hiç düşünmem. Ama bir taraftan da dünyanın en güzel şehirlerinden birtanesindeyim, bunun da kıymetini bilmem gerektiğini düşünüyorum. İstanbul'da yaşamak herkese nasip olmaz. Onlarca insan İstanbul'da yaşamanın hayallerini kurarken, ben denizi bile olmayan bir şehrin huzur şehri olduğunu savunuyorum. Ama 2,5 senedir İstanbul'dayım. Dışarı çıktığım anlarda bile, Ankara'da hissettiğim huzuru hissetmedim. Bu garip bir durum, Ankara sanki benim şehrimdi. Hiç yabancısı değildim, orada kaybolabilirdim, orada özgürce gezinebilirdim, hem de hiç korkmadan. Ama İstanbul'da öyle değil. Ankara sokaklarında gezerken, kendime acayip güveniyordum, içim huzur doluydu, o sokaklar bana aitti sanki. İnsanlarla göz göze gelmekten bile çekinmiyordum ama burada dışarı çıkarken öyle değilim. Ankara'da yaşayan her insan bu huzuru hissediyor mudur acaba? Garip bir büyüsünün olduğunu keşfettim. Oradayken, İstanbul'u da çok özledim. O duygu da artı bir keyif verdi, İstanbul'a geldiğimizde hem sevindim, hem de Ankara'ya yine uzak kaldım diye üzüldüm.

      'İki arada bir derede' dememin nedeni de bu; İstanbul'u çok seviyorum, burada yaşamak bana keyif veriyor, artık başka bir şehirde yaşamayı düşünemem. Ama Ankara'yı da özlüyorum, oradaki huzuru. Aslında orada da bir evimiz olsaydı diyorum, haftasonlarını orada geçirirdik ya da sömestri tatillerini. Oradan da ayrılmamış olurdum. Ankara'yı sevmemin, üçüncü şahıslarla hiçbir ilgisi yok. Artık, bundan çok çok eminim. O aşk değil, beni oraya çeken. Başka bir nedeni olmalı.
Belki de 11 sene öncesine dayanıyordur kimbilir... İyi geceler...

BÜYÜMEK

“Büyümek, diş düşürmek yerine düş düşürmektir” demiştim, düş düşürdüm, büyüdüm… Hiç kimseye söz vermiyorum, verilen sözlerin hiçbirinden medet ummuyorum, hiçbir şeyden anlam çıkarmıyorum hatta her şeyin anlamsızlaştığını bile söyleyebilirim.
    Büyümek, buymuş meğer… Şimdi salıncakta sallandığım o çocukluk günlerim geldi gözlerimin önüne… Büyümek buymuş meğer, film şeridi gibi gözünün önünden yapamadıklarının, yaptıklarının, düş kırıklıklarının, gerçeklerin geçip gitmesi ve hiçbir şey yapamadan kayıtsız kalmanmış.
    Dost diye bir şeyin varlığına inanmayı unutmuşken, şimdi aşka da inanmaz oldum. Tek dost Allah, tek aşk da Allah’a duyulan aşk. Hissedemiyorum, belki de bir daha acı çekmemek uğruna set çektim yüreğime. En münasibi de bu sanırım.
      “Büyümek, diş düşürmek yerine düş düşürmektir, düşlerimi düşürdüm, büyüdüm, her şey anlamsızmış meğer…”

SON

   “Her şerde bir hayır vardır” derler büyüklerimiz. Kuranda da yazdığı söyleniyor ben okumadım henüz ama Annem söylemişti. Bizim için iyi gibi görünen işlerde şer, şer gibi görünen işlerde de bir hayır olabilirmiş.
       “Nasıl olur bu?” diye sorardım önceleri kendime. “Bir iş ya olur, ya da olmaz. Bunun hayrı şeri mi olur?” Olurmuş.
      Canım çok yanıyor mesela ama o acı bile güzelliklerle dönebilir bana. Böylesi hayırlı demek ki. Her sonun bir başlangıcı var mıdır?
         Ben artık başa dönmek istemiyorum, neyi istemediğimden eminim, biliyorum. Canım yansa bile bu konuda, bu konuyu açmamam gerek biliyorum...

SİL BAŞTAN

“Sil baştan başlamak gerek bazen, hayatı sıfırlamak…” diyor şarkı sözünde Şebnem Ferah. Şu an onu dinliyorum, dinlerken bir taraftan da iç sesimle diyalog hâlindeyim. “Çok da kolaydı sanki…” diyor. Ben de, “Biliyorum, değil ama mecburuz bazen.” diyorum.
        Bazen, o kadar çok yoruluyorum ki içimdekileri yutmaktan, severken sevmiyormuş gibi görünmekten, konuşmak istemeyip konuşmak zorunda olmaktan, ya da bazen susmaktan. Dinlediğim müzikten bile yoruluyorum bazen.
         Hayat, böyle değildi önceleri. Hiçbir şey yormazdı, hiçbir şeyden bıkmazdım. Son zamanlarda aldığım nefesten bile yorulur oldum. Oturmaktan, ayakta durmaktan… Nankörlük etmek istemem. Rabbim bize yaşamayı bahşetmişken hissettiklerim bile, nankör olduğumu gösterir. Ama elimde değil.
          Çok yorgun hissediyorum. Nereden, nasıl başlayacağım hakkında en ufak bir fikrim bile yok. Hiçbir şey heyecan vermiyor, sanki dünyada bir tek ben varmışım gibi hissediyorum. Ne yapıyorsam, yalnızca kendime yapıyormuşum gibi. Hüznün de tahammül sınırı var. Her şeyi zamanında yaşamak en güzeli. Ama içimdekilere, hissettiklerime engel olamıyorum.
         “Ardıma bakmayacağım bir daha, zor da olsa.” demiştim. “Bakmayacağım…”

DOĞRU&YANLIŞ

   Bazen, yaşadıklarımızın doğruluğunu, yanlışlığını savunmakta zorlanırız. Çünkü, yanlış mı doğru mu olup olmadığı hakkında bir fikir sahibi olamamışızdır. Bir yanımız muallakta kalmış, bizi çemberin içine sarıp sarmalamıştır.
         Anladığım bir şey oldu şu 21,5 senelik hayatımda. Canımızı yoluna sereceklerimiz, canımızı bağışlamıyor; bize itimat etmiyorlarsa o yolda yürümenin hiçbir anlamı yok demektir. Her türlü oyundan bıkkınlık gelmiş, artık doğru ve de dürüst olmayı yeğlemiş, bu tür insanlarla bu tarz sevgilerle nefes alacağımıza kendimizi inandırmış ve buna rağmen, bazen yüreğimizin sesini dinleyip aynı hatalara dönüyorsak, bir zaman sonra belki de geri çekilmemiz gerekir.
           *Ben birini sevdim. O biri, bana hem çok acı çektirdi, hem de onu severken ben olmaktan bile çıktım. Ama o biri, beni hiç sevmedi. Önceleri sevmesi için dualar ettim, tabiri caizse yaranmaya çalıştım ama sonra anladım ki zorla güzellik olmuyor. Zorla, hiçbir şey güzel olmuyor. Ama en azından varlığını hissedeyim dedim, arada bir selamını alayım; selamını almak istediğim, selamımı bile kabul etmedi. Önceleri buna da kızıyordum, ama sonra kendime dedim ki; “Senin amaçların ne olursa olsun, asla amaçlarını unutma. Ve bırak, özgürce sevebilsinler insanlar seni. Sevmiyorsa bile, özgürce yaşasın sevgisizliğini. Sen sadece onu uzaktan seyre dalsan bile kâfi gelsin.” Çünkü, sen ne dersen de, o anlamak istediği gibi anlayacaktır seni.
        O yüzden, artık bıraktım. Onun, beni istediği gibi sevmesine ya da sevmemesine karışmıyorum. Selamımı almasın, sorun değil. İyi olduğunu görüyorum, bu bana yeter. Artık lüzum yok daha fazlasına, buna eminim. Zorla sevdiremem kendimi hiç kimseye, ancak duygularımı kalbime gömüp hayatıma devam edebilirim. Hiç kimse için ölünmüyor ki, Rabbim bize bu kadar nimeti sunmuş, böyle bir hayat bahşetmişken; kimse için ölünmüyor, ölmek istesen bile sırf bu nedenler uğruna yaşamı seçiyorsun.
        Canı sağ olsun, hiç kimseye kinim, nefretim yok. Üzülüyor muyum, tabi ki de üzülüyorum. “Üzülmüyorum” dersem, yalan söylemiş olurum. Ama varsın o mutlu olsun, artık bu aşk kokan savaştan çekiliyorum.

RENKSİZ

  Rabbime isyan etmek istemem. Ama, zamanın çabucak geçmesini istemiyorum. Çünkü, korkuyorum, çok çabuk işliyor durmuyor, akıp gidiyor ve bizler yaşlanıyoruz, yaşımız geçiyor. Bunları düşünmek için erken belki daha. Ama günler çok hızlı geçiyor, hızına yetişemiyorum.
         Kısa bir zaman önce hayatın rengini gökkuşağına benzetirdim her rengi taşırdı benim için. Bütün renkler vardı hayatın içinde ama şu son günlerde, bugün düşündüğümde hayatın bir rengi yokmuş gibi geliyor. Ona o renkleri veren bizleriz, bakış açımız.
         Hayatı nasıl görmek istiyorsak, o renge bürünüyor hayatımız. Şu sıralar siyah beyaz bile değil. Ne mutluyum diyebiliyorum, ne de mutsuzum. Donup kalmış gibiyim. Hayatımı değiştirmek, bir yerlerden, bir şeylerden başlamak istiyorum. Bir adım atmak istiyorum artık, çünkü geçen her gün ikiz sanki.
        Bir önceki güne benziyor, değişen hiçbir şey olmuyor. Böyle yaşayamam, sevemem hayatı, insanları ya da kendimi. Madem ki büyümeyi seçtim. O zaman üstüme düşen ne varsa yapmak zorundayım, yerimde sayarak olmaz. Müzik dinlemekten bile bıkmış gibiyim sessizliği dinlemek istiyorum, sessizce.
        Okuduğum kitap, izlediğim diziler, hiçbir şeyin bir anlamı yok. Belki de ben de yokumdur. Kimbilir…

YARA

       Kendisiyle baş başa kalmamalı insan. Kendini dinlediği vakit, gidenlere, gelemeyenlere takılıyor, yaralanıyor. Ya da daha önceden almış olduğu yaralar depreşiyor. Kalp yarası çok acayip bir şey.
       Ben, bunu yaşadığımda boğazıma bir yumru takılıyor, nefes almakta zorlanıyorum, yutkunamıyorum ve içimde bir şeyler çok fena acıyor. Yaşarken ölmek gibi bir şey bu. Ama yaraların kapandığında iz bırakmaması için, mikrop kapmışsa temizlemek lazım.
       Bir yaranın üstüne başka duygular, başka şahıslar, başka acılar alamıyorum. Acımı dinleyince de canım çok yanıyor. Konuşmak istesem bile, konuşamıyorum. “Giden, geri gelmiyor…”

BİR ANDA

Hayat, gerçekten çok tuhaf. Yarım saatte bile değişebiliyor. Her şeyden bıkmış, elimi eteğimi çekmişken, sadece kendimi dinliyorken; artık yazılarımı Google’da bile aratmazken, birden bire ‘Merhaba Ömrüm’ü arattım yine Google’da.
          Onunla karşılaştım sonra, Ömer Faruk Gözoğlu isimli urfalı bir şair, ‘Merhaba Ömrüm’ adlı deneme yazımı seslendirmiş ama acayip güzel yorumlamış. Dinlerken tüylerim diken diken oldu ve defalarca dinledim, facebookta paylaştım, twitterda paylaştım babama haber verdim, o da işyerinde arkadaşlarıyla dinlemiş, çok beğenmişler.
        İşyerinde çalışan bir genç var, benden bir yaş büyük. Babama Kahraman Tazeoğluyla arkadaş olduğunu, istersem Merhaba Ömrüm’ü seslendirebileceğini söylemiş, babam da aradı beni, böyle bir durum var ister misin diye sordu.
     “Olur” dedim, “Yalnız şiiri yorumladığında benim de haberim olsun ki paylaşabileyim” dedim, söyledi, haber verirsin bize değil mi dedi, “Evet” demiş. Nasıl sevindim anlatamam!
          Sonra anladım, bu olaydan sonra anladım; her şeye, herkese küsebilirim, gün gelir kendime bile küsebilirim. Ama ben bir yazarım, şairim; üretmiş olduğum, ortaya dökmüş olduğum eserlere küsersem, onlara kırılırsam hâlim nice olur?
          Merhaba Ömrüm gibi ortaya döktüğüm bir sürü eserim var. Ama nedense sanal ortamın biricik eseri bu oldu. Herkes çok beğeniyor, 2,5 sene de beğenmeyen kalmadı.
           Kime yazdığım da soruluyor, söylemiyorum. Bence bir yazar, yazmış olduğu eserleri kime yazdığını söylememeli. Belki de başkalarının duygularından esinlenmişimdir…
         “Merhaba Ömrüm…”

HASTA

   Hastayım… Sandığınız türden bir hastalık değil. Ruhum hasta. Ruhum hasta; çok yorgun, çok kırgın. Artık kimi severim, kime güvenirim hiç bilmiyorum… Aslında bilmek de istemiyorum. Yüreğime set çektim. Birilerine kapak olsun, bakın ben de vazgeçebiliyorum, hiç kimse vazgeçilmez değilmiş demek, düşündürmek için değil. Vazgeçmem gerektiği, hak edilmediği için; ruhum yaşlandığı için vazgeçiyorum.
        Artık hayatta hiçbir oyun, hiçbir söz, hiçbir bakış, hiçbir gülüş geçerli değil.
Eskiden msn iletime tonla sözler yazardım, itiraf etmem gerekir ki, okuyacağını düşündüğüm biri için yazardım. Msne gelir, görür, okur. Okuduğunda ne olacaksa? Bilerek meşgul takılırdım, onun orada olduğunu görmek sürpriz olsun isterdim kendimce.
          Artık öyle yapmıyorum, bugün öyle yapmadım. Online takıldım, kişisel iletime hiçbir söz serpiştirmedim, gelir mi gelmez mi diye düşünmedim, hatta az önce geldi bir şey değişmedi. Sonra baktım ki çıkmış gitmiş zaten. Anladım ben, bu platonik bir aşk. Ama her türlü özveride bulunuyor, buna rağmen sevilmiyorsanız; suç ne sizdedir ne de karşınızdaki insan da.
        Olmaması gerektiği için olmuyordur, kimse suçlu değil aslında. Ona kızgın değilim ama kırgınım. Bunu ona söylemeyeceğim çağrılarımın hepsi cevapsız kaldı. Artık kimseyi sevmek istemiyorum. Duyguların güzelliğiyle karşılaşmadım hiç, hep acı yanlarını gördüm. Yoruldum…
         Herkes, kendi yolunda mutlu olur inşallah. Ama ikimizin yolu bir değil, artık anladım…

TOKA

   İnsan zamanla kafasına tokadan başka hiçbir şeyin takılmaması gerektiğini öğreniyor. Kafam kulağım rahat, adeta bir dinginliğe eriştiğimi hissediyorum.
        Öğrendim ki, ailemden başka hiç kimse benden değerli değilmiş. Ailem, saçımın tek bir teline bile zarar gelmesini istemez, bunun için çabalar. Ama diğer insanlar öyle değiller, insanlar benciller. Ben de çoğu zaman öyleyim kabul ediyorum. Ama şunu da anladım ki, birçok konuda da kendimden ödün veriyor, feragat ediyorum. Ama o feragat ettiğim şahıslara değmiyor. Onlar beni umursamıyorlar bile, çünkü vazgeçilmez olduklarını hissettirmiş durumdayım onlara. Artık bitti, o eski Dilara öldü… Yeni bir Dilara doğdu… Kimsenin peşinden koşmak yok, kimseyi kendime güldürmek yok. Herkes, hak ettiği değeri alacak benim nazarımda. O yazsın, o baksın, o görsün diye de beklemiyorum. Hiç kimse için hiçbir beklentim yok. Olması gerektiği gibi her şey.
           Her şeyin zamanı var deriz hep, evet, benim için sevmek zamanı yok şimdi. Hayatımı kurtarmalıyım öncelikle. Kimse için gözyaşı dökmek yok. Her zaman böyle istikrarlı görmek istiyorum kendimi, çünkü böyle çok mutlu hissediyorum.
            Yeni bir kitaba daha başladım dün, çok enteresan. Reenkarnasyonu anlatıyor aslında, ana tema o. Adam defalardır ölüp, tekrar, başka bir hayata gözlerini açıyor. Garip… Ama sürükleyici bir roman. Ken Grimwood- Sil Baştan
         Geçen sonbahar başlamıştım okumaya, sonra başka kitapları keşfedince onu yarım bırakmıştım, kaldığım yerden devam ediyorum.
         “Bir ben var ki içimde, benden öte benden ziyade…”

BİTER

Aşk, gerçekten yok mu? Onu, bir olgu hâline getiren, büyüten, ona değer veren bizler miyiz? Gerçekten var olmamış mı? Bazen, onun hiç olmadığını düşünüyorum. Bunu düşündüren, etrafımdaki insanlar aslında. Hepimiz, sırf bu yüzden böyle düşünmekteyiz. Bizi aşka inandıracak birilerinin olmasına ihtiyaç duyarak, “Aşk yok…” diyoruz. Biri çıksın da, “Var. O aşk bende var ve ben seni o aşka inandırabilirim.” demesini bekliyoruz.
          Şu sıralar hep değişimden, değiştiğimden bahsediyordum. Mantığımla hareket etmeye çalışıyorum. Duygularıma geçersem eğer, hâlim harap. Ama duygularımı bastırmayı öğrenmeye başladığımı hissediyorum. “Hiç kimse vazgeçilmez değil…” sözleri kulaklarımda çınlarken, en doğrusunun bu olduğunu düşünüyorum. Soruyorum sonra, “Şimdi sevsen ne yazar? Artık ne yazar?” Hiçbir şeyin değişmeyeceğini gördüğün, bildiğin hâlde; sevmek ne işe yarar? Sevdiğin insan, bir başkası için çaba harcıyorken, bir başkasını düşünüp, onun için hayatını harap ediyorken, sen üzülsen ne yazar?
           Biter mi, biter… Her acı gibi bu da geçer. Gördüğünüz gibi, platonik bir aşka saplanıp kaldım. Belki böylesi daha iyidir, yorum bile yapamıyorum artık. Ümitlenmekten, beklemekten vazgeçmiş biri; vazgeçmeyi kabullenmiş biridir aynı zamanda. Peki, aşkta vazgeçişe yer var mıdır?
         Eğer, sonunda yapacak hiçbir şey kalmamışsa aşk zaten vazgeçilmeye mâhkumdur… Vazgeçmek, unutmak anlamında değil; beklemekten, ümit etmekten vazgeçmek anlamında. Daha fazla yıpranmamak adına, vazgeçmek.Onu unutmuş değilim, ilk defa birini unutmak için çaba harcamıyorum. Birini unutmak için, başkalarını sevmeye çalışmıyorum. Olsa da, olmasa da yaşamak istiyorum. Ama bir gün unutacağım… İstemesem bile…
Çünkü, zaman galip gelecek. Zaman bu aşkı yenecek. İstesem de istemesem de gözlerime bir başkasının gözleri değdiği vakit, bu platonik aşk hayal olarak kalacak, kalbimde ince bir sızı olarak… İstemiştim, onun beni; benim onu sevdiğim gibi sevmesini, istemiştim… Mümkün olabilirdi, istersek olurdu; ama tek taraflı yürümüyor bu işler… Ne kadar seversen sev, o kadar uzak kalıyor sana o aşk. Evet, vazgeçtim… O bana gelmedi, ben ona gitmedim bu imkânsız aşk, karşılıklı bir arkadaşlığa dönüşmek üzere bitti…